22/11/2017
Türkiye Cumhuriyetinin ve Türk halkının geleceği için ben sorumluluk almaya hazırım.
Ecdadımızın yadigarı olan Anadolu ve Türkiye Cumhuriyeti uluslararası emperyalist güçlerin açıkça saldırısı altındadır.
Her yandan kuşatılmış bulunan Türkiye Cumhuriyeti liyakatsiz ve basiretsiz yöneticilerin hataları sonucunda çağdaş ülkeler tarafından dışlanan, adı terörle anılan, insan hakları konusunda sınıfta kalan, eğitimde son sıralarda yer alan, hukukun üstünlüğü ilkesinin uygulanmadığı düşünülen 3.dünya ülkeleri ile aynı seviyelerde değerlendirilmektedir.
Özellikle son yıllarda stratejik ortaklarımız ve müttefiklerimizin açıkça desteklediği terör örgütlerince bölünmeye hazırlanan ülkemizi yönetenler acil olarak durumumuzu değerlendirmeli NATO ve AB ile olan ilişkileri yeniden gözden geçirerek Kazan-Kazan ilkesini uygulayarak ülkenin istiklalini ve istikbalini kurtaracak yeni projeler üretmek durumundadır.
Bazı siyasilerin sandığı gibi bu cennet vatan Nato toprağı değildir.
Şehitlerimizin canıyla , gazilerimizin kanıyla elde edilen bu topraklar binlerce yıldır olduğu gibi gelecek bin yıllarda da TÜRK yurdu olarak kalacaktır.
50 yıldır kapısında beklenilen AB veya eski adıyla AET ülkelerine Avrupalı olma uğruna verilen ekonomik tavizler sonrası ortak olmak yerine Pazar olarak kalan ülkemiz yeniden planlı ekonomi dönemine geçmeli ve başta tarım olmak üzere her tür modern ziraat ile hayvancılık desteklenerek ülke dışa bağımlılıktan kurtarılmalıdır.
Yeni dünya düzeni kurulurken bizlerin yapacağı ilk iş ise yeni bir eğitim planıyla ülke geleceğine katkı sağlayacak , ekonominin ve sanayiinin ihtiyacı olan teknik ara elemanları yetiştirmek olmalıdır.
Türkiye‘de eğitim herkese veriliyor ama kalitesiz olarak veriliyor. Mesleksiz milyonlarca gencimiz liselerden mezun edilirken üniversitelerimizde onbinlerce İşletme ve İktisatçı mezun ediyoruz.
Bir toplumu dejenere etmenin en etkili yolu o toplumun fertlerine yetersiz ve kalitesiz eğitim vermekten geçmektedir.
Tarım ülkesi , hayvancılık ülkesi olan Türkiye Cumhuriyeti saman ithal eden , et ithal eden , pirincini ve fasulyesini dışardan almak zorunda kalma utancından bir an önce kurtarılmalıdır.
Siyasiler günübirlik kısır çekişmelerine öylesine dalmış ki ülkemizin hiçbir kırmızı çizgisinin kalmadığının bile farkında değiller maalesef..
Ülke ve Türk halkının geleceğinin partiler üstü bir konu olduğunun bile farkında olmayan siyaset baronları kişisel ikballeriyle öylesine meşkuller ki ne işgal edilen adalar ne de herkesin düşman ilan edilmesiyle hiçbiri ilgilenmemektedir.
Türkiye Cumhuriyetinin ve Türk halkının geleceği için ben sorumluluk almaya hazırım.
Türkiye 3. Dünya ülkesi konumuna düşemez. Her şeye rağmen bir devlet var, ordu var. Gelenek, üretim, işçi sınıfı var. Çok ezilmiş olsa da bir köylü sınıfı var. Böyle bir ülkenin Irak, Suriye olması mümkün değil. Ama bir şey ortaya çıkar, parçalanma noktasına gelinir. Bunun sonunda da kimse mutlu olmaz.
Bu sayfalardan Cumhurbaşkanlığı seçim gününe kadar duygu ve düşüncelerimiz aziz Türk milletliyle paylaşmaya ve doğruları ısrarla söylemeye devam edeceğim.
Huzur ve umudun bitmeyeceği özgür ve mutlu günler dileklerimle.
.
Halkın Cumhurbaşkanı Adayı 22/11/2017
17/11/2017
Sgk / ssk
SGK battı batıyor tartışmaları çamur at izi kalsın basitliği içinde kendini gösteren basitlik, sığlık ve cahilliği gösterir.
Anayasamıza göre biz “sosyal devlet”iz. Yani zenginden alıp fakire veren, bozuk olan gelir dağılımını bu şekilde düzeltmeye çalışan devlete sosyal devlet diyebiliriz. Bunun da tek göstergesi sosyal güvenlik ve sosyal yardım sisteminin açıklarıdır. Geçen hafta siyasiler yeniden SSK/SGK yı kim batırdı tartışmasına girdiler. Çok yazık….
Bir sosyal güvenlik kurumunu, ticari bir işletme gibi görüp kâr – zarar hesabıyla değerlendirmekle başlıyor yanıltma. Herkes de bilir ki, sosyal güvenlik kurumlarının görevi, sosyal sigorta primleri ile sağlanan gelirlerle, sigortalılara ve yakınlarına emeklilik ve hastalık durumlarında hizmet vermektir. Öteden beri, bu kurumların gelirleri, giderlerine, çeşitli nedenlerle, yetmeyince açıkları büyümüş, dolayısıyla bütçeden hep kaynak transferi gerekmiştir. Hükümetin “kâr –zarar” dediği budur. SSK’nın kaynak ihtiyacının bütçeden karşılanması ihtiyacına, “kurumun zararı” diye bakılıyorsa, AKP döneminde “SGK zararı” dudak uçuklatıcı boyutta ve almış başını gidiyor. Bunu kendileri de itiraf ettiler ve sebebini de yine eski genel müdüre bağladılar.
SSK kar amaçlı bir anonim şirket değil. Adı üzerinde Sosyal Sigortalar Kurumu, toplumun sigortası, zenginden alıp fakire vermenin aracı, sosyal politikaları uygulayabilecek bir devlet kurumu. O nedenle açıkları onun zararı değildir. Halka ne kadar çok para verdiğini gösterir. Ben bu anlamda ben açık verenleri tebrik ediyorum. İyi ki ilk açıkları veriliyor.
İlk açıkları verdirdiği içinde Türkiye’yi ilk sosyal devlet yapan Kılıçdaroğlu’dur. Buna biz sermaye kesiminden bakarsak zarardır. Çünkü sermaye kesimi sosyal devleti değil kapitalist devleti savunur. Sosyal devlet, sosyal fayda düşünür. Kar veya zarar peşinde değildir. Sosyal fayda sağlayacaksa açık verir, açığı 2-3 katına da çıkarabilir. Türkiye’nin ilk o yıllarda sosyal devlet olduğu yıl Kılıçdaroğlu’nun SSK’da açık verdiği yıllardır.
Anayasalarımız; “Herkes sosyal güvenlik hakkına sahiptir. Bu hakkı sağlamak için sosyal sigortalar ve sosyal yardım teşkilatı kurmak ve kurdurmak Devletin ödevlerindendir” der.
Bilmeyenlere bir kez daha hatırlatayım.Sosyal devlet, toplumda sosyal barışı ve sosyal adaleti sağlamak amacıyla, devletin sosyal ve ekonomik hayata aktif bir şekilde müdahalesini gerekli ve meşru gören bir devlet anlayışıdır .
Sosyal devlet aynı zamanda, sosyal güvenliğin sağlanması, işsizliğin önlenmesi, emeğiyle yaşayanların korunması ve yaşam düzeylerinin yükseltilmesi yoluyla sosyal eşitsizlikleri giderme işlevlerini yüklenmiş olan devlettir.
UluslararasıÇalışma Örgütü (ILO), kişilere ayni ve nakdi olarak sağ- lanan faydaları ve bu kişilere sunulan kamu sağlık hizmetlerini asgari sosyal devlet hizmetleri olarak kabul etmekte; sosyal devleti ise, bireylere ve ailelere minimum bir gelirin garantisini veren, aynı zamanda hastalık, sakatlık, işsizlik, yaşlılık ve diğer sosyal riskler karşısında güvence sağlayan devlet olarak tanımlamaktadır.
Sosyal Güvenliğin Tanımı ; Sosyal güvenlik, toplumun tüm bireylerinin hastalık, kaza, sakatlık, işsizlik, ölüm, yaşlılık, analık, ve çocuk yetiştirme gibi sosyal risklere karşı korunması amacıyla gerekli önlemlerin alınması ve ortaya çıkabilecek zararların karşılanarak kişilerin güvenliklerinin sağlanmasına yönelik genel önlemler sistemidir
Ve kısır tartışmalarla birbirini yıpratacağını düşünen herkes bilmelidir ki “Herkes sosyal güvenlik hakkına sahiptir. Bu hakkı sağlamak için sosyal sigortalar ve sosyal yardım teşkilatları kurmak ve kurdurmak devletin ödevlerindendir”
Devlet katkısını ağzına alan yok.
Bu arada, sosyal güvenlik sisteminde açık var diye konuşan siyasiler 5510 sayılı Kanun ile getirilen devlet katkısından ise hiç bahsetmiyorlar. Kanun’un 81 inci maddesine göre; “Devlet, Kurumun ay itibarıyla tahsil ettiği malullük, yaşlılık ve ölüm sigortaları ile genel sağlık sigortası priminin dörtte biri oranında Kuruma katkı yapar. Devlet katkısı olarak hesaplanacak tutar talep edilen tarihi takip eden 15 gün içinde Hazinece Kuruma ödenir.”
Üstelik açıkları hesaplarken de bu katkıyı görmezden gelip, açığı olduğundan daha çok göstermeye, emek ve emekli kesimi devamlı savunmada tutmaya devam ediyorlar.
PERHİZ VE LAHANA TURŞUSU
Sosyal Güvenlik Sistemindeki açığı azaltmanın iki yolu vardır. Birincisi gelirleri artırmak yani işverenlerden daha çok prim almak, ikincisi de giderleri kısmak yani emekli aylıkları azaltmak, emekliliği bekleyenleri de ötelemek. Hükümet devamlı şekilde yaptığı yasa değişiklikleri ile giderlerden emekliye ödenenleri azaltmaya çalışırken, sağlık sistemini piyasalaştırarak sermayeye para aktarmayı da ihmal etmiyor. Öte yandan yapılan yasal değişiklikler ve teşvik uygulamaları ile işverenlerin ödediği primlerden de yüzde 25 oranında indirim yapmayı da gözümüzden kaçırıyor. İş emekliye gelince açık var emekli maaşını azalttık, iş işverene gelince açık var ama senden daha az prim istiyorum demek, lahana ve turşu hikayesi değil midir?
Normalde zarar bir kuruluşun yükümlülüklerinin gelirlerinden fazla olması anlamına gelir. Buna karşın kamu kurumları kar amacı gütmezler. Onlar kamu tarafından finanse edilen bütçeleriyle halka belirli bir hizmet verirler. Burada zarar ancak yasal mevzuata aykırı hareketlerle ödenek harcanmasıyla ortaya çıkabilir.
Bu açıdan sosyal güvenlik sistemi “zarar” edemez. Çünkü zarar denilen giderler esasında emekli olarak aylık alma hakkı kazanmış veya sağlık hizmetlerinin görülmesi hakkına sahip kişilere yapılan ödemelerdir. Devlet burada bir kişiye hakkını vermektedir. Bu kişiler de yıllarca prim ödeyerek hak ettikleri bu paralarla kendi geçimlerini sağlamaktadır. Dolayısıyla sosyal güvenlik sisteminin zarar etmesinden bahsedilemez, sosyal güvenlik sisteminin kamuya fazla maliyet yüklediğinden bahsedilebilir ki bu durumda ilgili yasal mevzuatı yaparak bu maliyeti aşağı çekecek önlemleri almak da hükümetlerin sorumluluğudur.
SSK, Bağ-Kur ve Emekli Sandığı Sosyal Güvenlik Kurumu bünyesinde birleştirilmeden önce Türkiye’de Sosyal Güvenlik Sistemi bu üç kurum tarafından yürütülmekteydi. Bu kurumların en kapsayıcı olanı ise SSK’ydı. SSK Genel Müdürlüğü Çalışma ve Sosyal Güvenlik Bakanlığı’na bağlıdır. SSK Genel Müdürleri, kanun ve yasal mevzuat çerçevesinde hareket ederek kurumun idaresinden sorumludur. Kurumun işleyişinden birincil derecede siyasi sorumlu olan Bakanlık, ondan sonra da yürütme organının başı olan Başbakanlıktır. Yani herhangi bir SSK Genel Müdürü veya SGK Başkanı’nın kurumu iflas ettirme gibi bir hareket alanı yoktur. İlgili yasal mevzuatı yapacak olan yasama organı, kurumun bu yasal mevzuat çerçevesinde hareket etmesinden mesul olan da hükümettir. Dolayısıyla ne 1992 – 1999 yılları arasındaki açıklardan dönemin SSK Genel Müdürü, ne de 2003 – 2014 arasındaki açıklardan dönemin kurum Başkanları sorumlu değildir. Sorumlu olan seçilmiş
ÇÖZÜM VAR MI.
Tabi ki var.
1- SGK, kayıt dışı istihdamın yaygınlığı nedeniyle, elde etmesi mümkün prim gelirlerinin altında primle yetiniyor. Kayıt dışı ücretli sayısı rekor düzeyde. Kaçak çalıştırmanın önünün alınmaması, SGK’nın yanında Maliye’yi de vergi kaybına uğratıyor.
2- SGK’nın mali acizliğinin bir nedeni de alacaklarını tahsil etmedeki yetersizliği, giderek biriken alacak cezalarını da affederek borçlu işverenlere kaynak bağışlamasıdır.
3- SGK, özel sağlık endüstrisine ilaç ve tedavi harcamaları ile önemli ölçüde kaynak aktarıyor. Özel sağlık kuruluşlarının SGK tedavi harcamalarındaki payı şimdiden yüzde 30’u buldu. Hasta başına çıkartılan faturalara bakıldığında, özel sağlık kuruluşlarının faturalarının, devlet hastanelerinin faturalarından yüzde 40 fazla olduğu görülüyor. SGK sağlık harcamaları toplamında, özel hastanelerin payı önümüzdeki yıllarda daha da artacak. Neden mi? Bu, AKP iktidarının Dünya Bankası-IMF ikilisine yaptığı bir taahhüt de, ondan…
Sonuç Ekonomik gelişme düzeyi ile sosyal güvenlik sistemi ve sosyal yardım hizmetleri arasında doğrudan bir ilişki vardır. Ekonomik olarak gelişmiş ülkelerde sosyal güvenlik sistemi ve sosyal yardımlar daha güçlü, daha etkili ve daha kapsamlı bir şekilde yürütülmektedir. Ancak gelişmekte olan ülkeler de ekonomik seviyelerini gerekçe göstererek bu uygulamalardan kaçınamazlar. Çünkü değişen ekonomik ve sosyal koşullar, mevcut sosyal güvenlik sistemlerini ve sosyal yardım standartlarını belirgin bir şekilde etkilemekte, reform niteliğinde düzenlemelere gidilmesini gerektirmektedir. Özellikle artan işsiz sayısı, mevcut emekli kitlesi, bozulan aktüeryal dengeler, bütçeden sosyal harcamalara ayrılan payların artması, yaşam sürelerinin uzaması, aile yapısında ve toplumda meydana gelen değişiklikler, bilim ve teknolojideki gelişmelere bağlı olarak toplumsal hizmet beklentilerinin artması, yaşam standartlarının yükselmesi, sosyal güvenlik ve sosyal hizmetler alanında mali ve hukuki yeni düzenlemelerin yapılmasını zorunlu hale getirmiştir. Sosyal yardımlar ve sosyal güvenlik sistemi, özellikle gelir dağılımında büyük farkların oluştuğu ve bunun gelir dağılımı politikalarıyla giderilemediği durumlarda ekonomik durumu iyi olan bireylerden düşük gelirli bireylere gelir transferi sağlayarak gelir dağılımını düzeltici etkide bulunmaktadır. Ancak bireyleri sosyal yardım almaya zorlayan en önemli unsur işsizlik ve eğitimsizliktir. Bu nedenle sen batırdın ben batırdım o batırdı kısır tartışmaları yerine işsizlik ve eğitim sorunlarının çözümüne yönelik olarak yapılacak sosyal yardımlara ağırlık verilmelidir.
Halkın Cumhurbaşkanı Adayı- 17/11/2017
12/05/2017
Toplumun kalkınmasında eğitimin önemi
Eğitim düzeyinin yükseltilmesinin; bütün toplumsal, ekonomik, yönetimsel ve siyasal gelişmeler ile kalkınma için büyük bir etken olduğu herkes tarafından kabul edilen bir gerçektir.
Bir ülkenin kalkınması, o ülke halkının gelişmesine sıkı sıkıya bağlıdır. İnsanları geliştirmek, onlara kalkınmaya uygun davranışlar kazandırmak da ancak eğitimle olur.
Günümüzde dünyamızda eğitim düzeyi yüksek olup da geri kalmış bir toplum gösterilemeyeceği gibi, eğitim düzeyi düşük olup da sanayileşmiş, kalkınmış bir toplum da gösterilemez.
Eğitimin kalkınmadaki işlevi, Platon zamanından bu yana bilinmektedir. Platon; eğitimin, insanı “rasyonel” kılması nedeni ile, toplumun refahı için kaçınılmaz olduğuna inanmıştır. Yine O, eğitimin yüksek bir ekonomik değere sahip olduğundan, toplumun kaynaklarının önemli bir bölümünün eğitime yatırılması gerektiğini savunmuştur.
Mustafa kemal Atatürk’ün eğitim hakkında söyledikleri.
Eğitimin bir dalı olan meslekî ve teknik eğitim, orta derecede teknik insan gücünün nitel ve nicel yönden yetişmesini hedefler. Başka bir deyişle meslekî ve teknik öğretimin amacı, işgücü yetiştirmektir.
Ancak; meslekler ve teknoloji değişebilmekte, zamanla yeni boyutlar kazanabilmektedir. Bu yüzden meslekî ve teknik eğitimin ekonomik değerini sadece meslekî bilgi ve beceri olarak değerlendirmek yetersiz kalmaktadır.
Bu nedenle Blaug, eğitimin ekonomik değerinin üretken beceriler ve teknik bilgilerden çok, tutumlar, güdü, sosyal ve iletişim becerileri üzerine dayandığını ileri sürmektedir. Blaug eğitimin, meslekî bilginin aktarılması nedeni ile değil “bilme problemine belli bir yaklaşım biçimi” oluşturması nedeni ile ekonomik değere sahip olduğunu savunmaktadır.
Özellikle, kalkınamamış ve kalkınmakta olan ülkelerde kadınların okullaşma oranlarının erkeklerden daha düşük olduğu da bilinmektedir. Uzmanlar bu duruma dikkati çekerek ülkelerin kalkınmasının, o ülkede kolektif olarak tüm bireylerin eğitilmesi ile gerçekleştirilebileceğini belirtmektedirler. Bu önerinin haklılığı bir yana araştırmalar özellikle, kalkınmakta olan ülkelerde kadın (kız çocuklarının) eğitiminin getirisinin daha yüksek olduğunu ortaya koymaktadır.
Kadının düşük eğitim düzeyine sahip olmasının, ekonomik olarak kalkınamamayı ve toplumsal dengesizliği beslediği bilinmektedir. Araştırmalar, kızların erkeklere göre daha az öğrenim görmesinin sonuçlarının yaklaşık 20 yıl sonra çok ağır bir biçimde hissedildiğini göstermektedir. Bu nedenle, kadınlar gelecekteki ekonomik büyüme ve ekonomik refahın sağlanmasında işgücü olarak hiç kullanılmasa bile, eğitimin dışsallığı nedeniyle bir ülkenin en iyi ekonomik yatırımlarından biri olarak kabul edilmelidir. Çünkü kızların çoğunluğu anne olmakta ve çocuklarının gelişimini babalardan çok daha fazla etkilemektedirler. Bunun özellikle Türkiye’nin de içinde bulunduğu, gelişmekte olan ülkeler kategorisi için geçerli olduğu düşünülebilir.
Türkiye’deki Görünüm:
Osmanlı devletinde olduğu gibi, günümüzde Türkiye’de de eğitimin durumu kalkınmanın önündeki en büyük engel olarak durmaktadır. Islahat çalışmalarına rağmen 1927’de bile Türkiye’de nüfusun ancak yüzde 11’i okur-yazar durumda idi. Bu oran kadınlarda ise sadece yüzde 4’tü. Kimi otoriteler; Cumhuriyet’in Osmanlı’dan devraldığı bu oranların tek başına Türkiye’nin “kalkınamamışlığını” açıklamaya yettiğini kabul etmektedirler.
Cumhuriyetten bu yana verilen çabalar sayesinde Türkiye’de kişi başına eğitim yılı ortalaması 4,5 yıla çıkarılabilmiştir. Buna rağmen, Türkiye nüfusu ilköğretimden henüz mezun olabilmiş değildir. Bu; “bir ülkede eğitim düzeyi arttıkça refah düzeyinin de artacağını” savunanları galiba haklı çıkarmaktadır. Kalkınmaya olan etkileri hesaplanamayacak kadar çok olduğu kabul edilen ve bizimde yukarıda özel olarak, ayrı bir başlıkla, ele alma gereği duyduğumuz kadın eğitiminin görünümü ise içler acısı durumdadır: Türkiye’de yaklaşık 9 milyon kadın henüz okur-yazar bile değildir. Kızların okuma-yazma oranlarının düşük olduğu ülkelerde, erkeklerin okullaşma oranları ne olursa olsun, doğurganlık oranı yükseldiği, çocuk ölümlerinin arttığı gibi konulara daha önce değinilmişti. Annelerin; çocukların yetişmesi üzerindeki kalıcı, yönlendirici ve hatta belirleyici etkisi dikkate alındığında kızların çeşitli nedenlerle eğitim hakkından yoksun bırakılmalarının toplumsal sonuçları daha kolay anlaşılabilir. Oysa, Türkiye’de okur yazar bile olmayan kadın nüfus neredeyse bazı Avrupa ülkelerinin nüfusu kadardır (Örneğin; komşumuz Yunanistan’ın nüfusu yaklaşık 10.5 milyondur). Üstelik, yarının anneleri olan kız çocuklarının yüzde 30’u da okula gitmemektedir.
Yine, Türkiye’de, 6-14 yaş grubunda her 100 çocuktan yaklaşık 30’u çalışmaktadır. Bu çocukların çalışma alanları ise tarım, sanayi ve “sokak”tır. Yaklaşık 6000 çocuğun da “sokaklarda” yaşadığı sanılmaktadır.
Türkiye’nin eğitime ayırdığı pay ise maalesef sadece yüzde 7-10 civarındadır. Bu nedenle eğitimin bütün kademelerinde fiziki alt yapı ve insangücü eksiği kapatılamamıştır. Bu da, eğitimin kalitesini olumsuz etkilemektedir. Eğitimde kişi başına Japonya’da 950 dolar, Almanya’da 817 dolar, İtalya’da 523 dolar, Yunanistan’da 240 dolar harcanırken; bu oran Türkiye’de yaklaşık 90 dolardır.
Şimdi burada sormak gerekir; yukarıda adı geçen ülkelerin gelişmişlik sıralamalarının, kişi başına eğitime ayırdıkları parasal kaynak sıralaması ile aynı olması rastlantı olabilir mi?
Bu rakamlar eğitim-kalkınma tartışmalarında iktisatçıların kullandıkları “tavuk mu yumurtadan, yumurta mı tavuktan çıkar” anolojisini akıllara getirebilir. Şöyle ki; Türkiye’de eğitim çağındaki nüfus yaklaşık 20 milyondur. Ancak, bu nüfusa yeteri kadar nitelikli eğitim hizmeti sağlayacak kaynak ayrılamamakta bu nedenle de, kalkınma potansiyeli gerçekleştirilememektedir. Böylece de, nüfusun eğitim ihtiyacının karşılanmasına yetecek kaynak üretilememektedir.
Anlaşılacağı üzere aslında bu konuda bir kısır döngü yaşanmaktadır. Yani, Türkiye’de kalkınmada oldukça etkili bir araç olarak kabul edilen eğitime kaynak tahsisi yeterli olmamakta böylece de, “kalkınamama kabuğu” bir türlü kırılamamaktadır.
Kimi çevreler ise, gelişmiş ülkelerin (Avrupa Ülkeleri gibi) nüfusunun yaşlanmakta olduğuna ve bu ülkelerde insangücü olarak çalışabilecek nüfusun azalmakta olduğuna dikkati çekerek, Türkiye’nin gelişmiş olan bu ülkelerdeki insangücü açığını kapatabileceğini ileri sürmektedirler.
Yine burada sormak gerekir; yukarıda rakamlar ile betimlenmeye çalışılan Türkiye’nin eğitim görünümü ile, söz konusu ülkelerdeki (gelişmiş ülkeler) insangücü ihtiyacının karşılanabileceğini düşünmek ya da Türkiye’nin mucizevi bir kalkınma atılımı göstermesini beklemek gerçekçi olabilir mi?
Ayrıca eğitimde nitelik tartışmaları bir yana, Türkiye’deki okullaşma oranları da oldukça düşüktür. Örneğin; Meslekî ve teknik öğretimdeki okullaşma oranı yaklaşık yüzde 22, Yüksek öğretimde de yüzde 27 civarındadır. Kaldı ki, bu ülkelerdeki üretim ve eğitim sistemlerinde Türk eğitim sisteminde henüz yeteri kadar yerini alamamış olan teknoloji (bilgi) yoğun olarak kullanılmaktadır.
Önemli olan nüfusun çağdaş dünya koşullarında yaşıtları ile işgücü piyasasında rekabet edebilecek şekilde eğitilmesidir. Küreselleşme, Avrupa Birliği gibi kavramlar sadece mal ve hizmetlerin değil, insanların da (insan gücünün) serbestçe dolaşımı, serbest pazar rekabeti yapabilmeleri anlamını taşımaktadır. Ancak, bir ülkedeki insan kalitesinin o ülkenin eğitim kalitesine bağlı olduğunun da unutulmaması gerekir.
Türkiye’de istihdam edilenlerin eğitim düzeyinin düşük olması nedeni ile üretim ve verimliliğin bundan olumsuz etkilendiği bilinmektedir. Bu durum, işgücünün niteliğinin yükseltilmesi gereğini ortaya koymaktadır.
Ne yapılmalı.
Yukarıda anlatılmaya çalışılan hususların, karar vericiler için önemli veriler teşkil ettiği düşünülmektedir. Aslında bu durum, kıt olan ülke kaynaklarını getirisi en yüksek olan stratejik alanlara yöneltme sorunu, basitçe ifade etmek gerekirse bu; sadece bir tercih sorunudur.
Eğitime ayrılacak olan kaynaklar daha çabuk ve sürekli bir gelir artışına yol açtığı, nüfusun niteliklerini ve hayat tarzını etkilediği için yatırım önceliğinin eğitime ayrılması gerektiği açıktır. Üstelik, Türkiye’de sadece kaynak tahsisini artırmakla yetinmemek; hem eğitim sisteminde yapısal değişikliklere gitmek, hem de sistemin çevresi ile ilgili (medya, sivil toplum örgütleri vb.) yeni düzenlemeler yapmak gerekmektedir. Günümüzde eğitimin amacı sadece okur-yazar yetiştirmekle kalamaz; yaratıcı, girişken, küresel düşünüp yerel hareket edebilen girişimciler de yetiştirmek gerekmektedir.
Teknoloji ve sanayi alanında gelişmek için mesleki eğitimi mutlaka ortaöğretimden başlayarak çocuklarımıza vermeli ve sanayi için tekniker , teknisyen gibi ara elemanlar yetiştirilmelidir.
Maalesef son yıllarda Türkiye’de mesleki eğitim denince neredeyse her sokakta açılan imam hatip liseleri ön plana çıkmaktadır.
Ülkemizi yöneten siyasiler meydanlarda bir milyon imam hatipli olmasıyla övünmekte ancak bu gençlerin hepsinin diyanet tarafından istihdam edilemeyeceği gerçeği söylenmemektedir.
Öte yandan sanayicilerimiz her toplantılarında nitelikli eleman bulamamaktan şikayetçi olmaktadır.
Türkiye Cumhuriyetinin bekası ve Türk Milletinin istikbali için Türk eğitim sistemi yeniden düzenlenmeli başta meslek okulları olmak üzere üniversitelerin mühendislik bölümleri yeniden organize edilmelidir.
Her ile üniversite sloganlarıyla açılan 4 duvar üniversiteciklerde işsizler ordusuna her yıl milyonlarca İşletmeci , ekonomist, iktisatçı yetiştirmek yerine çağın meslekleri dikkate alınarak yüksek öğreti mutlaka yeniden düzenlenmelidir.
Gelecek 10-20-50-100 hatta Bin yılın meslekleri ve Türk sanayiinin teknolojik altyapısına yönelik yapılacak olan eğitim planlaması sayesinde ülkemizin kısa bir sürede ekonomik olarak atak yapacağı inancımızı sonuna kadar savunmaya devam edeceğiz.
Cumhurbaşkanı adayı.
12/05/2016 / İstanbul
30 Ağustos 2016
30 AĞUSTOS
Türk Milletini esir etmek isteyen emperyalist güçlere karşı , toplumun tüm kesimlerinin dil,din,ırk,mezhep farkı gözetmeden bir araya geldiği , tan yana,omuz omuza mücadele vererek ZAFER destanının yazıldığı AĞUSTOS Türk milletinin istiklal ve hürriyete olan inancını tüm dünyaya haykırdığı , milli ruhunu ve şerefini yücelten , Hakimiyetin Kayıtsız Şartsız kendisine ait olduğunun sembolü ve ebedi varlığının anıtı olan TÜRKİYE CUMHURİYETİ’nin doğuşudur.
Mondorosla başlayıp Sevr ile parçalanmak istenen Türk Milleti 7 düvele haddini bildirmiş ve LOZAN ile de başarısını ilelebet tescillemiştir.
Bu kutlu günü içtenlikle kutlar , Cumhuriyetimizin banisi aziz ATATÜRK ve dava arkadaşlarıyla kurtuluş savaşımızın tüm kahramanlarına Minnet ve Şükran duygularımla Gazi Türk ordusuna ve büyük TÜRK milletine selam ve saygılarımı sunarım.
NE MUTLU TÜRKÜM DİYENE
01/08/2016
FABRİKA AYARLARI
Türkiye için 2023 hedefi ilk önce 1999 yılında MHP ve Devlet Bahçeli tarafından ortaya atıldı. Ardından da merhum Bülent Ecevit tarafından gündeme getirildi. 2023 yılı, Türkiye’nin önüne hedef olarak konuldu. Bölünme riski ile boğuşan Türkiye adına önemli bir moral kaynağıydı 2023 hedefi. Doğru bir bakış açısıydı.
Bu bakış AKP iktidarı tarafından da sahiplenilince 1923 yılında ‘parçalanma tehditleri’ arasında kurulan Türkiye Cumhuriyetinin bir emperyal hastalık olan ‘bölünme kompleksini’ ortadan kaldırılması açısından önemliydi. Türkiye 2023 hedefi ile bölünme kompleksini de ardında bırakıyordu. Toplumda da çok destek gördü. Moral değerlerimizi besledi.
Bu gazla iktidar işi abarttı. Yeni Osmanlıcılık ile başladı Davutoğlu Ahmet Hoca. İşi Şam’da Emevî Camiinde Cuma namazına kadar götürdü. Abarttıkça abarttı. Bu ortamdan duygusal bakışı tahrik olan Cumhurbaşkanı Tayyip Erdoğan da çok etkilendi. Sünni İslam’ın liderliğine oynadığını açık açık gösterdi.
Böylece Laik Türkiye Cumhuriyeti’ni yönetenler, sadece Anayasa’ya aykırı bir tutum içine girmekle kalmayıp aynı zamanda da Türk dış politikasının, Kurtuluş Savaşı’ndan beri oluşan sağlam temellerini çatırdattı. Türkiye Ortadoğu’da her zaman taraf olmaktan kaçındığı ve üstünde yer aldığı bütün taraflara, eşit davrandığı her kanada diyaloğa açık politikasını da terk etti.
Bu arada Türkiye’nin iç sorunlarının, “öteki” Ortadoğu sorunlarıyla birlikte değerlendirilmesine de ramak kaldı. Kürt sorunu ve Kıbrıs başta olmak üzere…
Dün ‘Şam’da Cuma Namazı’ kılmaktan söz edenler, Türkiye’yi bu Cuma namazını Diyarbakır’da dört ayaklı minarede kılıp kılamayacağına emin olamayacak noktaya getirdiler.
Askeri varlığımızı Musul’dan çekmeyiz, hatta artırırız noktasından neredeyse ABD’nin ‘çekil’ talimatına uyma noktasına geldik maalesef. Bu durumu kamuoyundan bile gizleyemiyorlar.
Türkiye şimdi Rus Savaş uçağı ile beraber 950 kilometrelik sınırını bile tek başına denetleyemeyecek, Suriye üzerinde uçak uçuramayacak bir konumda ve Suriye ‘oyununun dışına’ düştü. Şimdi de Irak denkleminin dışına itilmek isteniyor.
Özetle bu haftaya Türkiye’nin bölgesinin geleceğini belirlemekten uzak düştüğünü herkesin çıplak gözle görebileceği bir döneme giriyoruz. Türkiye Güneydoğu ve Kıbrıs’ı Ortadoğu çuvalının içinden çıkarmalıdır.
Bu arada beğenmediğimiz İsrail, Şam’a nokta atışı yapıyor; Hizbullah’ı vuruyor.
Türkiye büyük bir ülke…
Cumhurbaşkanı Erdoğan ve Başbakan Davutoğlu’nun iyi niyetinden şüphemiz yok. Samimiyet testini de hepimiz adına zül sayarız. Ancak bu yöntem tutmadı. O çok önemsedikleri Osmanlı bile Ortadoğu batağına girmedi. Mustafa Kemal Atatürk de.
Türkiye en kısa sürede Ortadoğu politikasında fabrika ayarlarına dönmeli…
Taraflara eşit mesafede olmalı. Görüşme kanallarını açık tutmalıdır.
Siyasi parti liderleri de buna aktif katkı sunmalıdır.
15 temmuzda yaşanan darbe girişimi ise bir kez daha ‘’Fabrika Ayarlarına’’ dönmenin ne kadar gerkeli olduğunu ortaya koydu.
Atatürk’ün Tevhidi Tedrisat kanunu yürürlükten kaldırılıp ‘’Din Adamı Yetiştiriyoruz’’ sloganıyla ortaöğretim ve özellikle meslek lisesi adı altında açılan İmam hatiplerde 1,5 milyon öğrenci var.
Erbakan’dan başlayarak cemaatler , tarikatler , mirler , beyler gibi Cumhuriyet ve Atatürk düşmanları TBMM’de ağırlanmaya başlandı. Bu tutumdan vazgeçilmelidir.
Dini görünümlü cemaatlerin devlette örgütlenmesine göz yumuldu.
15 Temmuz darbe girişiminde gördük ki Cemaat Yanlıları ülkenin demokrasisine darbe yapmaya kalktı.
Ve bu darbecilerle birlikte hareket eden cemaat yandaşlarının da çoğunluğunun imam hatip kökenli olduğu gerçeği millete yansıtılmadı.
Evet Türkiye ‘’ Fabrika Ayarlarına’’ dönmelidir.
1923 ruhunu tekrar diriltmeli Atatürk’ün altı ilkesi tüm yurttaşlarca benimsenmelidir.
Yurtta barış, dünyada barış ilkesi önemsenmeli ve dış politikanın vazgeçilmezi olmalıdır.
Eğitim yeniden düzenlenerek gençlerimizi meslek sahibi yapacak teknisyen ve teknikerler yetiştirecek , nitelikli personel sağlayacak duruma getirilmelidir.
Sadece anayasada yazılı kalan sosyal devlet ilkesi yeniden güncellenerek uygulanmalıdır.
Bırakınız yapsınlar bırakınız etsinler düşüncesi unutulup planlı kalkınma ve planlı ekonomiye geçilmelidir. Tarım ülkesi denilen Türkiye’nin bırakın eti saman bile ithal ediyor olması utancından kurtarılmalıdır devlet.
Teşvikler kartvizitli eşe dosta değil ihtiyaç olan bölgelerdeki gerçek yatırımcılara verilerek bölgelerde 1923 ruhuyla yeniden sanayileşme başlatılmalıdır.
Siyasiler her konuşmalarında var olan azınlıkların adını sayıp bölücü üsluplar kullanmaktan vazgeçmeli Türk Milleti kavramı üzerinden politika yapılmalıdır.
Sosyal medyada , internet ortamlarında Cumhuriyete ve Atatürk’e hakaret edenler , doğru olmayan, yalan ve uydurma bilgi üretenler bulunup yeniden eğitilerek din tüccarları tarafından beyinleri yıkanan vatandaşlarımıza gerçek doğru yol gösterilmelidir.
Terörle ve teröristlerle mücadele yerine müzakere edilmeyeceği gerçeğini Barış süreci , kardeşlik projesi süreçlerinde çok net anlaşılmış olup teröre her türlü destek verenler de yargılanmalı ve VATAN HAİNLİĞİ suçu Türkiye Cumhuriyeti Ceza Kanunlarında yerini almalıdır.
Bizden binlerce kilometre uzaktaki ABD ile veya Tarihsel olarak ta Anadoluyu bölme emelleri taşıyan AB yerine yüzümüzü komşularımıza dönmeliyiz.
Ortadoğu , Asya , Kafkaslar ve Uzakdoğu ülkeleri ile ikili ilişkiler geliştirilerek yakın coğrafyamızla ekonomik ve siyasi ilişkilerimiz yeniden düzenlenmelidir.
Fabrika ayarlarına nasıl dönülür.
Çok basit aslında.
1923 ruhu için tevhidi tedirsat kanunu dikkate alınıp milli eğitim Atatürkçü ve Cumhuriyetçi eğitim politikalarıyla desteklenmeli, çocuklarımıza mesleki eğitimler verip işi gücü olan nesiller yetiştirerek fabrika ayarlarına dönebiliriz.
Bunun için değerli okuyucular devleti beklemeye de gerek yok.
Hemen şimdi bir NUTUK alarak çocuklarınıza Cumhuriyeti nasıl kurduğumuzu öğreterek sizler de FABRİKA AYARLARINA DÖNÜŞ için faaliyet başlatabilirsiniz.
30-07-2016
Sustum.
Uzun zamandır sustum.
Olup bitenleri izledim hüsran ve hüzünle.
Türkiye üzerine oynanan oyunlara alet olan siyasileri gördükçe utandım.
Ve 15 temmuzda yaşananlar 40 yıldır iktidarları uyaran aydın ve yurtseverleri haklı çıkardı.
40 yıldır inançlı insanları ALTIN NESİL YETİŞTİRİYORUZ diye kandıranların gerçek niyetleri su yüzüne çıkt.
Şerde hayır vardır sözü de ne kadar doğruymuş onu yaşadık.
Dini kullanan vatan hainleri böylece devletten temizlenecek.
Yeter mi . Hayır.
2004 ten beri milli eğitim şurasını toplayıp çalıştırmıyoruz.
Tek hedefi vardı iktidarların. Mümkün olduğunca çok imam hatip açıp yandaş nesiller yetiştirmek.
Sayın Cumhurbaşkanımız 1,5 milyon imamhatipli ile övünüyor.
Gerçekten bu kadar çok imam ve hatibe ihtiyacımız varmı sizce de.
Yoksa sanayicilerin ihtiyacı olan ara elemanlar mı yetiştirilmeli.
40 yıllık yöneticiliğimde her nitelikli personel sıkıntısı yaşadım.
Mesela binlerce matbaa var matbaa okulu yok.
Gümrük müşavirlerimiz var ama gümrük işlerini takip edecek gümrükçüler yok.
Sanayi makineleri pnomatikle , hidrolikle çalışıyor ama hidrolikten , pnomatikten anlayan ara elemanlar yok.
Elektrikçi , kaynakçı , tornacı az sayıda olsa da piyasanın talebini karşılayacak kadar yok.
Yerli araba yapacağız diyoruz ama motor teknik liselerimiz yok.
30 binden fazla plastik firması var ama plastik okuyan , plastiği bilen ara elemanlar yok.
Bilişim , internet teknolojileri alanında eleman bulmak sıkıntı.
4 duvar üniversitelerimizden mezun milyonlarca işletmeci , iktisatçı var ama uzay bilimleri eğitim planlarımızda yok.
Güneş enerjisi , rüzgar enerjisi alanında eğitim veren kaç kurum var?
Petrol ülkesi olmasak ta kaç petrol mühendisine sahibiz?
3 tarafı denizlerle çevrili ülkemizde deniz ve deniz ürünleri alanında yeterli eğitim verilmediğinden denizlerimizi sadece yazın serinlemek için kullanıyoruz.
Okullarda teknik eğitim veremediğimiz için yasa çıkardık herkes mesleğiyle ilgili belgeli personel olacak (mesleki yeterlilik belgesi) dedik ama 100-150 liraya eğitimsiz belge veriliyor.
Eğitim sistemi içinde insanları meslek sahibi yapamadığımızdan belediyelerin İSMEK lerinde incik , boncuk gibi absürt işlerle insanlara sözde meslek öğretmeye kalkıyoruz.
Abilerin , ablaların kucağında yetişen altın nesli gördük 15 temmuzda.
Şimdi oturup düşünmeli herkes.
Bize gerçekten 1,5 milyon imamhatipli mi lazım yoksa orta öğretimde mesleki becerileri geliştirecek meslek liseleri mi lazım.
Lütfen herkes bir daha düşünsün.